FES – S&D, Global Progressive Forum, İstanbul, 22 Kasım 2013
 

Soğuk Savaş’ın sona erişi geride kutup ideolojilerden arınmış bir dünya bırakmadı. Berlin Duvarı şenliklerle yıkıldıktan sonra, çağdaş siyasi dünyada işlerin yoluna gireceğini umuyorduk.  Marks geleneğinin de insanlığa söyleyecek sözü kalmamış gibiydi. Fakat öyle olmadı. İşler hiç yoluna girmediği gibi, politikaya yeniden Tanrı mesaj vermeye başladı.

Demokrasi, içinden geçtiğimiz yüzyılda büyük değişime uğramakla kalmadı, demokrasinin ulaştığı ülkelerde giydiği elbiseler oldukça farklılaştı. Ortadoğu’da demokrasi katı dindarlık elbisesi ile karşımızdadır.

Modern İslam demokrasisine örnek gösterilen Türkiye’de, bugünkü yönetimin gücünü; Tanrı’nın verdiği rövanş görevinden aldığına inananlar hayli çoktur.

Günümüz Amerika’sının dünyaya teklif ettiği model;  ‘Herkes için demokrasidir.’ Ama beklenen sonucu vermiyor. Sunulan yönetim bilgisi, anlamını koruyamadı. Hatta kumun cama dönüşmesi kadar tuhaf bir değişimle;  içine girdiği kültürler tarafından ilk haline hiç benzemeyen yeni bir biçimle karşımıza çıktı.

Kuzey Kore’de, Fransa’da, Yemen’de halk demokrasileri.. Ama bu devletlerin kendilerine verdikleri isimle; bizim algılarımız hayli farklı… Siyasi yapıda, aynı kavramlardan, farklı içerik yaratmak bu yüzyılın en belirgin yanıdır.   Siyasi sorunlara batıdan alınarak uygulanan çözümler, bu nedenle başarılı olmuyor.    

Bildiklerimizle, gerçeğin nasıl birbirinden bağımsız yürüdüğünü, gözden geçirelim;

Batıda ekonominin yürütülmesinde, vergilerin düzenlenmesinde, paylaşımdaki adalet oranları, Avrupa solu ve sağı arasındaki farkı belirleyen önemli ölçeklerdir.

Avrupa’da sol; reformist, işçi sınıfı temsilcisi olarak yoksullaşmaya karşı sosyal devlet projelerinin mimarı olarak varlık bulur.  Sağ ise; gelenek üzerinden varlık bulur. Ama yeşil politikalara ya da temel insan haklarına bir sol parti kadar açıktır.

İkisi arasındaki temel anlaşmazlık; birey ve devlet ilişkisindeki sorumluluklara göre şekil alır. Yeni sosyalizm sosyal devlet değerleri ile gücünü sürdürürken, muhafazakârlık devletin bireye müdahale etmemesi üstüne şekillenir. Ama her ikisinde de; örneğin ifade özgürlüğü tartışılamaz.

Bizde sol ve sağ daha karmaşıktır. Kendilerine solcu diyenler, hiç işgal edilmemiş bir ülke olarak sömürgeciliğe karşıdır. Sadece sosyal alışkanlıklarında özgür olup, siyasi geleneklerde kapalı olanlardır.

Sağcılar ise, solcuları ekonomik bir sistem üzerinden değil, Sünni geleneğe bağlılığından şüphe duyulanlar ya da bu bağlılığı hayat biçimi ile açıkça ifade etmeyenler olarak kabul ederler. Onlar ana çoğunluktur.

Batıda; sağ ya da sol partiler; hayat kalitesini yükselterek vatandaş memnuniyetini güvence altına alacaklarına ikna ettiklerinde oyları değişir. Elbette yeni yüzyılın siyaset araçları olarak göçmen politikaları çok belirleyicidir.

Bizde ve Ortadoğu toplumlarında bunların hiç birisi öncelikli değildir. Göçmen politikasının hiçbir karşılığı yoktur.

Doğa politikaları, sivil toplum örgütlerinden başkasını ilgilendirmez. Vergi, toplumsal bir sözleşme yükümlülüğü olarak algılanmaz. Yönetenlerin sefahati, dini geleneklere bağlı oldukça, hak kabul edilir. Sefalet ve sefahatin birlikte yükselmesi, dini sadakat sürdürüldükçe sorun olarak görülmez. Gelecek kuşakların hayat kalitesini değil, dindar ve kalabalık olmasını planlamak değerlidir. Kalabalık olmak güçlü olmaktır.

İslamcı hükümet, batının cazibeli sol değerlerinden söz ederek yoksulların ve ezilmişlerin hamisi olarak oylara talip oldu.

Avrupa’da, sol partilerle ve yeşil partilerle ittifak kurdular. Bu oldukça karmaşık bir koalisyon gibi görünüyor. Çünkü Avrupa’da sol partiler, güçlerini örgütlü işçi hareketlerinden alırlar.

Hükümet; Cumhuriyet tarihinin en örgütsüz, en güvenliksiz işçi politikalarını uyguluyor. İşçilerinin sanayi dönemi koşullarında, elli derece sıcakta çalışması ile övünen başka bir siyaset gurubu tanımıyorum. Kadrolu işlerin tasfiye edilerek, bütün bir işçi sisteminin taşeronlaştırılması, bu hükümet tarafından uygulandı..

İş kazaları ölümleri Çin’den sonra dünyada ikinci… Cılız sendikal haklar, toplumsal itaatsizlikle eş anlamda. Türk Hava Yolları grevinin sonuçları tam bir felaket… Cuma namazı, gençlerin işsizlik sorunundan önde gelir.  

Avrupa’da bütün siyasi hareketler tek karış doğa için kıyamet koparırlar. Bizde hükümet beton üstünden para üretiyor.

Bizde sağ ve sol siyaset, dindar ya da dinsiz olmak üstünden ayrışır. AKP hükümeti gücünü; ana muhalefet partisinin toplumu dinsizleştirdiği siyaseti üstünden besliyor. Batıda herhangi bir sağ partinin, karşıtlarını dinsizlikle suçlaması hayal bile edilemez.  

Buna rağmen, Batı solcularının, İslamcılarla ittifaklarına şaşırmamak mümkün değil. Kendi ülkelerinde asla kabul etmeyecekleri tutuculuğu bizde alkışlıyorlar.

Ölümcül bir yanlış olarak, bizde laikliğin derin kökleri olduğu varsayılıyor. Oysa katı İslam kültürü içinde seküler hayat, sazlıkta yetişen bitkiler gibi yüzeyseldir. Bunun yeryüzündeki tek denemesi olan Türk tipi Müslüman toplum ise, hızla katı Sünni topluma dönüşmektedir.

AKP’nin 76 milyon içinde ancak 80 bine inmiş sayısı ile toplumda hiçbir belirleyiciliği  kalmamış gayrimüslimleri sözde hoş görüp, Alevileri aşağılaması da tam olarak bu dönüşümün kilometre taşıdır.

Bizde laiklik algısı oldukça karışıktır. Örneğin Ayasofya’ya bakalım. Garip bir ironi ile Tanrıyı temsil eden Ayasofya; dini bir eser olarak seküler markadır. 537’de inşa edilen, adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına gelen Ayasofya; cami yapılırsa dindarlığı, müze yapılırsa sekülerizmi temsil eder. Modernite ile gelenek mimaride bile çatışırlar.

Diyanet Sünnilik dışında hiçbir inanca bütçe ve onay sunmuyor. Bu da aramızdaki derin uçurumu resmileştiriyor, meşrulaştırıyor. Oysa Batıda sağ ve sol; demokrasinin bir şartı olarak çok kültürlü değerlerin uzlaşmasında anlaşmıştır.

Hükümet büyük çoğunluk ile seçilmesinden gurur duyuyor. Çoğunluğun hassasiyetlerini öne alırsanız, oyunuz yüzde seksene bile çıkabilir. Ama oran ne olursa olsun, çoğunluğun her isteği kamusal alanda emre dönüştürülemez. Çoğunluğun hatırı için temel hak ve özgürlüklerden vazgeçilemez.

AKP yoksul kitlelere yüksek dozda ahlak politikasıyla ulaşıyor. Çoğunluğu göreve çağırıyor. Bu da yoksulların sadakatini garanti altına alıyor. Uyguladığı politika; Oyu veren fakir kalsın, oyu alan zirvede dursun.

Önceki aksak siyasi dönemlerde; Halk istediği gibi dini rehberliği takip etsin, ama kamuya dini taşımasın amacı vardı. Kuşkusuz kültüre ters olan bu durum, elbette hiç yürümedi. İronik olarak, AKP bugünkü gücünü bu amaçtan kazandı.

Şimdi ise din, kişisel inanç düzeyinden kurumsal düzeye çekildi ve artık alafranga- alaturka tuvalet çatışmasından; masada çatal bıçak mı, çatal kaşık mı konacağına, hamilelerin sokakta yürüyüp yürüyemeyeceğine kadar, hemen her konuyu dini rehberlikle öğreniyoruz.

Temelinde Tanrının emrine itaat ekseni olan hiçbir siyasal hareket demokratik olamaz. Adonis’e referans vermek isterim; “Askeri diktatörlük kafanı ve siyasal düşünceni kontrol eder. Dini diktatörlük, kafanı, kalbini, ruhunu ve bedenini yani bütün hayatını kontrol eder.” Dolayısı ile çifte baskı yaşarsınız. Her iki tarz da huzur, refah ve bilim eksininde harmanlanmış hayal ettiğiniz demokrasi olamaz.

Dini emirlerle sunulan bir demokrasinin özgürlüklerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığını biliyor ama çoğunluk tehdidinden ötürü söyleyemiyoruz. Söylemeyi denediğimizde başımıza neler geldiğini biliyoruz.

Örneğin, Kadırga ve Edirnekapı karma öğrenci yurtlarının ayrılmasına ilişkin Parlamento’da soru önergesi vermiştim. O günden bugüne uğradığım hakaretlerin hacmini ve niteliklerini size anlatmaktan yüzüm kızarır.  Ahlak kaygısı ile yurtları ayıranlar; kendileri gibi düşünmeyenleri ahlaksızlık kampanyası ile susturuyorlar.

Ben hiç kendi ülkemde suç ve günahın, af ve sevabın bu kadar karıştığı bir dönem görmedim. İçki suç mu, günah mı, doğrusu bilmiyorum. Kız ve erkeklerin aynı evde kalmaları suç mu, günah mı, yine bilmiyorum. Eskiden yasaların temel hak ve özgürlükler için düzenlenmesi uğruna mücadele ediyorduk. Şimdi ise kutsal kitabın temel hak ve özgürlüklere aykırı olmamasını dileyerek mücadele ediyoruz.

Dini temeller üzerine kurulmuş siyasal sistemlerde demokrasi olmaz. Bunu tekrarladığınızda dinsiz, kâfir, toplum düşmanı, din düşmanı, baskıcı, Ergenekoncu olmak gibi muazzam saldırılar başlar. Çünkü, farklılar olarak toplumsal mutabakat içinde yaşamak yerine, dine düşman insanlar olarak dart tahtasına konuluyoruz. Oysa kişisel inanç üstünde en küçük bir kabalığımız, saygısızlığımız söz konusu olamaz.

Ama din bizi bir kurum olarak yönetmeye başladıysa gelecekten neyi bekleyebiliriz ki:

Genellikle sizin; muhalefetin beceriksiz olduğu için AKP’nin bu kadar güçlü olduğunu düşündüğünüzü duyuyorum. Daha önceki siyasi dönemlerin masum olduğundan söz etmeyeceğim. Elbette mükemmel değiliz ama söylemek isterim ki, Türkiye’de dini popülizmle ortaya çıkan bir politik hareket karşısında durabilecek herhangi bir güç söz konusu olamaz.

Size garip gelebilir ancak otuz yıldır siyaseti darbecilerin kanunları belirliyor. Buna askeri vesayeti yıkmakla övünen AKP iktidarı da dâhildir. Bu realiteden de anlayacağınız gibi, İslamcılarla ordunun, dostları değil ama düşmanları ortaktır.

Kendimiz için hukuk devleti tanımı kullanıyoruz. Fakat kutsal kitapla emredilmiş hukuk dururken, toplumu insan aklıyla yazılmış kurallara uyma konusunda ne kadar ikna edebiliriz? Zaten bizi izlerken sizin için en anlaşılmaz özelliğimiz,  en iyi yasaları çıkarıp; uygulamıyor olmamız değil mi?

Ne yazık ki; elimizdeki hukuk, günlük hayatımızda adaletle ilişkimizi düzenleyemiyor. Çünkü hukuk bizde düşman için kullanılıyor. Suçlu için değil.

Artık gençler neye göre tutuklanıp tutuklanmadıklarını, neye göre işten atılıp atılmadıklarını ve neye göre kamu görevlerine alınmadıklarını bilmiyorlar.

Mesela Uludere’deki kaçakçı çocukların öldürülmesi esrarını koruyor.

Mesela Mayıs 2011 de Hopa’da doğa hakları gösterisinde Metin Lokumcu ağır gaz sonucu hayatını kaybetti. Hala emri verenin cezalandırıldığını görmedik.  Haziran 2013’te yani tam iki yıl sonra, 19 yaşındaki öğrenci Ali İsmail Korkmaz kuytuya çekilerek, polis vatandaş işbirliği ile dövülerek öldürüldü. Sonrası karmakarışık..

Sayın Davutoğlu, Gezi olaylarında ki hükümet tutumunun; Ortadoğu değil Modern toplumlar çıtasında olduğunu vurguluyor. Modern demokrasilerde; 19 yaşında bir çocuk dövülerek öldürülseydi içişleri bakanı; hukuki süreci bu kadar utanç verici yürütülseydi Adalet Bakanı istifa ederdi, diye düşünüyorum.

Gezi parçalanmışlığımızı su yüzüne çıkardı. Oysa kültür olarak tek bir birlik olmaya oldukça değer veririz. Uluslararası markamız bile Avrupa ile Asya’nın köprüsü olmaktır. Kıtaları birleştirirken, kendi aramızdaki derin uçurumlar için henüz köprümüzü bulamadık. Aramızdaki tartışma, güç ve iktidar mücadelesine dayanmıyor. Siyasal özgürlük taleplerine dayanmıyor. Etnik mücadele değil, demokrasi mücadelesi değil. Güncel politik tartışmaların ötesine uzanıyor.

Aramızda var olan sorun;  yüzyıllarca süren yenilenme ya da geleneğe sarılma uçurumunun derin anlaşmazlığıdır.

Önümüzdeki yakın dönem bize; Türkiye’nin Ortadoğu’ya geri mi döneceğini, kendisini yeniden düzenleyerek modern topluma mı katılacağını gösterecek.

Burada en ağır yük elinde kutsal kitabı olmayan ana muhalefete düşüyor. Toplumu bu fani dünya için daha kaliteli bir hayatın değerli olduğuna ikna etmek çabası.

Sadece kendi geleceğimiz için değil, insanlığın geleceği için de, tehlikeli kültürler çatışmasının giderilmesine katkı vermekte kararlıyız. Melez bir ulus olduğumuzu dikkate alarak, sadece yaşadığımız ulusal sınırlar içinde değil, bizi kuşatan tüm bir dünya ile ilişkilerimizi daha çok düşünecek bir dönemin çalışmasına talibiz.

Bize uygun görülen “Müslüman demokrasi” çerçevesi Gezi ile buharlaştı.

Türkiye’yi sekülerleri olmadan düşünebilir misiniz? Gözlerinizi kapatın ve bu parçanın Türkiye’den tamamen yok edildiğini hayal edin. Türkiye’yi kaybetmiş bir Avrupa kendi kıtasına hapis olur.  Modernitesi yenilmiş bir Türkiye ise, bize hapishane olur.

Bu aynı zamanda dünyada bir parçanın da yok olmasıdır. Çünkü hayatlarımız tahminlerimizin ötesinde birbirlerine bağlıdır.

Saygılarımla

Şafak Pavey