Engelli biri olarak öbür bir hevesle sürdürülen aşağılamalara alışkınım ama resmi olanıyla bir tweet üstünden karşılaştım. Malatya AKP Gençlik Kolları MYK üyesi Melik Birgin bana şu tweeti gönderdi. “Allah bir bacağını almış, hala küfürden uyanmazsın, nedir bu inatçılık!”

Hayatımda hiç görmediğim birinin, küfür uykusuna devam ettiğimi söyleyebilecek cüreti bulabilmesi, muhtemelen bunu söylemiş olmasından kazandığı sosyal itibardır. Ancak bu sosyal destek kendisine ilahi günahları bedensel cezayla tehdit edebileceği kibri verebilir. Bu arada Tanrıya şükür ki, bu itibarı paylaşmıyoruz.

Midemi bulandıran, sözlerden tüten ağır nefret kokusu değil. Beni ürküten nefretle yaşayanların, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmaları. İslam’a karşı nefret suçu için BM ye başvurmayı planlayan hükümetin yerel bir üyesinin bu küstah tweeti toplu bir yaklaşımı da ele veriyor. Çünkü hala resmi görevine devam edebiliyor. Ortadoğu’da toplum yaygın davranışları için; kanunu değil kültürü referans alıyor. Bizde kanun, kulların Tanrı’nın emrettiği düzeni bozan yapısı olarak algılanıyor. Bu nedenle sosyal alanda direnç çok güçlü.

Küresel olarak nefret suçu olarak tanımlanmış tutumlar, kültürel olarak insanlık erdemi olarak ödüllendiriliyor. Nefret suçlarının tasfiye edilmesinin önünde duran keskin bariyer bu. Ceza ve ödül değerlerindeki ters algı.

Nefret suçunu biçimleyen ilk dinamik sosyal hiyerarşidir. Bizde hiyerarşi batıdaki klasik anlamı ile sınıflara değil horgörmeye dayalıdır. Bu nedenle karşıt sözcük olarak ‘lütfetmeyi’ kapsayan “hoşgörme” dilimizde yerleşiktir. Baskın olan ‘Sünni homofobik erkek’ herkesi ve her şeyi hor görme ya da hoş görme hakkına sahiptir. Önümüzde bu toplumun bireylerine ait karne vardır. Bu karneyi ancak onlar doldurma üstünlüğüne sahiplerdir. Sanırım tam da bu nedenle, nefret suçlarını batıdaki akım ve sorunlardan esinlenerek anlatmaya çalıştığımızda hem ikna edici olmuyoruz, hem de toplum insanlık suçları ile ilgilenenlere yabancı madde gibi bakıyor. Sonunda, Sünni homofobik erkek diliyle yaratılan bir efsane dönüp toplumun eşsiz bağışlayıcılığı ve herkesle bir aradayaşama yeteneğini öve öve bitiremiyor.

Hayat bize her trajik fırsatta tersini gösterse de duymazlıktan gelip yalana inanmayı seçiyoruz.Bu kadar böbürlendiğimiz ayrımcılığımızdan vazgeçmek istemiyoruz.

Hoşgörü enflasyonu yaşadığını iddia eden bir toplum olarak en güçlü siperimiz; ‘onlar yaptı, biz yapmadık’ sihirli cümlesidir. Mesela bizde siyahlar için yürekleri yananların; Osmanlı’daki kölelik kurumu ile ilgilendiklerini hiç görmedim. Oysa Halil İnalcık bize 1600 yılında köle oranının İstanbul’da yüzde 20, çağın güçlü devletlerinden Venedik’te yüzde 3 olduğunu söylüyor. Gâvurlukla itham edilen Sultan Abdülmecit; “Akıl sahibi varlıklar için kendi gibi olan mahlûkların alınıp satılması utanç verici ve barbarca bir uygulamadır” deyinceye kadar sürmüştür. İstanbul’da köle pazarı 1847 de kapatılmıştır.

Nefret suçlarının erdem olarak kabulüne dönersek, toplumun saygı kodlarının belirleyici etkisini yakalamamız kolay olacaktır.

Bizde ilişkiler kültürel olarak korku-saygı; husumet-çıkar; sadakat-rüşvet üstüne kuruludur.

Bu karşıt buluşmalar üstünde sosyal dönüşüm yaşanmadıkça nefret suçlarını besleyen damarı kesmek mümkün görünmüyor, kanımca. Çünkü kültürel kaynağı kutsal emirlerin algısı besliyor.

Diğer inanç yapılarında da sıkça karşılaştığımız üzere toplumsal hoşnutsuzluklar din aracılığı ile ifade ediliyor. Çünkü inanç tartışılamaz. Tartışılamaması onun koruyucu zırhıdır.

Bir dine inananların başka dine inananları lanetlemesi dinler tarihi kadar eski.

Aynı din içinde egemen mezhebin diğer mezhebe kan kusturması ise hem eski hem de diğeri ile ölçülmeyecek oranda vahşidir. İran’a giderseniz, Vahabiliğin hayat içinde aşağılandığını, Kuveyt’e giderseniz Şiiliğin lanetlendiğini görmek için çabalamanız gerekmez. Katolik ve Protestan savaşının Avrupa’da yarattığı kanlı depremler tarihin ezberinde.

Ancak dinler ve mezhepler birbirleri ile çoğunlukla“düşmanın” delillerini kullanarak savaşırlar. “Düşmanın düşmanına ait deliller” zamanla saldırı araçları haline dönüşür.

Mesela Alevilik düşman araçları ile yapılan saldırıların taarruz hedefidir.

Yakın tarih içinde bile, mezhep kaynaklı ideolojik savaşlara kurban vermişlerdir.

Ama asıl önemli olan halen kronik bir aşağılama ile yaşıyor olmalarıdır.

Benim gücüm bu ayrımcı nefret üstünden hiyerarşis ağlayan toplum da; mezhep aşağılaması ile mücadeleye yetmez. Çünkü katı Sünniliğin Aleviliği ‘mum söndü’ gibi şehvetvari bir günahla suçlamasını şeffafça tartışamıyoruz. Tartışabilseydik, bulacağımız ipuçları nasıl vahim bir önyargı yaşadığımızı bize gösterebilirdi. Ben denemek istiyorum.

Sünniler, Alevilerin pişirdiğini mundar bulup yemezler. Neden mundar bulduklarının bir kısım cevabı ‘mum söndü’ efsanesinde yatar.

İnanışının tarihçesine bakalım; Neron’un generali Kudüs’ü yakınca oradan kaçan Hıristiyanlar dönemin Pagan Roma İmparatorluğu toprakları olan Anadolu’ya sığınmışlardı. Göçmen Hıristiyanlar, Anadolu Paganlarının putlara kurban sunma, sanatta Tanrıların cinsel hayatının kullanılması, eğlenmek için değersiz insanların öldürüldüğü dövüşler gibi toplu eğlencelere katılmayı reddettiler. Paganlardan gizli olarak şafak zamanları mağaralarda toplandılar. Yakalanmamak için bütün meşale ve mumlarını söndürüp, dua ettikleri için, paganlar onları damgaladılar. Birbirlerini “kardeş” olarak çağırmaları da paganlarca ensest ilişkiye delil olarak yorumlandı. Roma dağılıp, Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’nun sahibi olunca toplumun düşmanları da yer değiştirdi. İmparatorluğun resmi mezhebi Hanefilik dışındaki inanış, toplumda her türlü kötü algıyı Alevi topluluklarına yükledi. Bu kez, katliamlardan kaçmaya çalışan Aleviler Hıristiyanların saklandığı mağaralara saklandılar.

Yüzlerce yıl Alevi olduklarını gizlediler. Cumhuriyet kurulduğunda da reformlarında Sünni desteğini kaybetmek istemeyen yönetim, imparatorluğun mezhep mirasını muhafaza edip, aşağılamanın onarılması ile ilgilenmedi. Farklı dinlerin insanları kendi inanışlarını güçlü kılmak için birbirlerinin düşmanlıkları kadar ermişliklerini de kullanırlar. Paganlar artık yoklar ama onlardan geriye kalan canlı önyargı Alevilere mum söndü olarak yapıştırıldı.

Ne ilginç değil mi? Tek tanrılı son din, çok tanrılı ilk dinin kuralları ile nefret suçunu sürdürüyor. Böylece her mazlum grubun egemen olduğunda zalim olmasıyla süre giden bir döngü oluşuyor. Ancak inanışın softalığına bağlı olarak nefret saldırıları da oranda doruğa ulaşabiliyor.

Tarih bize bunu her zaman göstermiştir. O halde mücadele alanlarımızdan en genişi mazlumun zalimliği sahasıdır. Bir parça fikrimiz olması için Apartheid rejimine karşı Mandela’nın şahsında saygın bir insan hakları zaferi kazanmış Güney Afrika’ya bakalım.

Güney Afrika son yıllarda lezbiyenlere karşı sürdürülen sistemli ‘Islah Tecavüzlerinin ve cinayetlerinin’ yeni sahnesi; Sadece Cape Town’da haftada 10 lezbiyen tecavüze veya toplu tecavüze uğruyor.

Her yıl Güney Afrika’da kayıtlara geçen 50 bin tecavüzden ne kadarının eşcinselleri hedef aldığı bilinmiyor, çünkü mağdurun cinsel yönelimi verilere yansımıyor. 31 lezbiyen cinayeti nefret suçu olarak kayıtlara geçti. Onlardan biri olan Noxolo Nogwaza, Johannesburg’da sekiz erkeğin tecavüzüne uğraması yeterli gelmemiş olacak ki, ardından ağır işkence ile öldürüldü.

Ben halkların, özgürlüklere, özellikle cinsiyet kimliği özgürlüklerine henüz bizler kadar şevkle bakmadığını bilecek kadar dolaştım. Farklı olandan hoşlanmayıp, farksız olarak birlikte ve fakir; çok benzer ama çok umutsuz yaşamayı tercih ettiklerini de anlayabiliyorum.

Belki de birbirimizden bu kadar nefret etmemizin nedeni, birbirimize bu kadar benzememizdir, kim bilir?

Böyle yaşamak istenmediğine dair varsayımlar, böyle yaşamamak için mücadele etmiş ve bunları iyi kötü kurallara bağlamış olanların fikri rüzgârından besleniyor.

Yine de bu rüzgâr bize çoğunluğun baskısına karşısığınacağımız limanları yasalar eliyle verecektir. O limanda sığınmak istediğim koruma yasalarına gözatmak isterim;

Ayrımcılıkla mücadele yasalarına mutlaka “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” eklenmeli.

Nefret Suçları ile ilgili mevzuat çalışması hazırlanarak, LGBT’lere yönelik nefret suçlarına karşı gerekli cezai önlemler alınmalı; Yasaya “Ağır tahrik” indirimlerinin nefret suçları sonrası uygulanamayacağına dair düzenlemeeklenmeli.

T.C. Anayasası, Türk Ceza Kanunu, Medeni Kanun, Kabahatler Kanunu gibi kanunlar ile çeşitli kamu kurumlarında uygulanan yönetmeliklere dâhil olan “genel ahlak”, “kamu ahlakı”, “müstehcenlik”, “iffetsizlik” ve “yüz kızartıcı suçlar” gibi muğlâk ifadeler mevzuattan çıkarılmalıya da LGBT’lerin aleyhine yorumlanamayacak şekilde yeniden düzenlenmeli.

LGBT’lerin maruz kaldıkları nefret suçları, ayrımcılık, polis şiddeti gibi hak ihlalleri sonrası soruşturma ve kovuşturma evresinde mağdurların mağduriyetlerini artıran kolluk kuvvetlerinin ve adli birimlerin önyargılı tutumlarını bertaraf edecek önlemler alınmalı.

Vicdani ret hakkı evrensel tanımıyla yasalara eklenip, askerlikle ilgili düzenlemelerde utanç verici yöntemlerle değil, gerçek hak sınırları içinde uygulanmalı. Elbette bunlar ulaşmak zorunda olduğumuz hayallerimiz.

Ayrıca ne kadar uzağımda olursa olsun, şiddetle inandığım bir hayalim daha var:

Hakları yasalarla iyileştirmeye çalışan yolculuğumuzun bir delta ağzında kültürel değerlerle buluşması. Umarım olmayacak bir şey istemiyorumdur?