09.05.2013
 
Avrupa Günü Münasebetiyle Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Bilgi  Merkezinin Düzenlediği Çalıştay’da AB Üstüne Yapılmış Sohbet;
 

Avrupa Birliği’nin kurucusu sayılan ve adına konan burslardan hepinizin yakından tanıyacağını düşündüğüm Jean Monnet, “İnsanlar olmadan hiçbir şey mümkün değildir,  kurumlar olmadan da hiçbir şey kalıcı değildir,” der.

Geçen hafta Cengiz Aktar’ın Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde hatırlattığı üzere; AB kuruluş çekirdeği, çok tarihi ve görülmedik bir kurumlaşma ile başlar.  Almanya ve Fransa kömür ve çelik üretimlerinin denetimini; Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na devrederek, silah üretiminin en hayati iki girdisini, karşılıklı olarak denetleme olanağını bulmuşlardır.  Hemen işlerlik kazanan bu kurum 6 üyeden 27 üyeye uzanan AB gelişmesi sürükleyip götürmüştür.  Bugün beş ülke ( Hırvatistan İzlanda, Karadağ, Makedonya ve ülkemiz)  aday olarak üyeliği beklemektedir.

Avrupa Birliği süreci sadece Türkiye için değil,  yüzyıllardır kronik siyasi kargaşa ile anılan bölgeye etkisi açısından, haydi biraz daha ileri gidip ‘iyileştirme potansiyeli’ açısından çok değerlidir.

AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Jean Maurice Ripert, geçen ay yapılan İşbirliğiyle Büyüme: Uluslararası AB Uyum Politikası Konferansı’nda Türkiye’ye 2002-2013 yılları arasında katılım öncesi finansal destek olarak 6 milyar Euro verdiklerini söyledi. Ripert’in açıklamasına göre; sadece bu yıl Türkiye’ye verilen 900 milyon Euro, tüm AB ülkelerinin dünya üzerindeki tek bir ülkeye sağladığı en yüksek hibe olarak kayıtlara geçti. Sadece 2012 yılında Türkiye’den 55 binin üzerinde öğrenci ve akademisyen AB araştırma ve eğitim programlarına katıldı.

Ripert’in tespitlerine göre ; Türkiye portföyü, 2 milyar Euro ya denk gelen ve süre giden 200 proje ile şekillenmiş durumda. Gözlemcilere göre bu çalışma Türkiye’nin ekonomik büyümesine çok olumlu katkı sağlamış ve geçtiğimiz 10 yıl içindeki büyümeyi teşvik etmiştir.

Bazıları AB ekonomik krizdeyken ‘başka bir ülkenin büyümesini nasıl etkilemiş oluyor, ‘ diye sorabilirler. Buna hemen Polonya ile cevap verebiliriz.

Bizzat Polonya Başbakanının ifadesi ile  “AB fonları, iyi yatırımlara dönüştüğünde, gerçekten ekonomik çöküşe çare olabiliyor.”  Avrupa ekonomisi 2009 yılında çok ciddi bir gerileme yaşarken Polonya yaklaşık yüzde 2 büyüdü. Büyümede AB fonlarının etkin kullanımı kesin belirleyici oldu.

AB fonları Polonya’da diğer faydalarının yanı sıra; 10 bin kilometrelik yol yapımını, 20 bin kilometrelik atık su sisteminin kurulmasını, 6 bin kilometrelik içme suyu şebekesi ve 35 bin kilometrelik geniş bant internet ağının kurulmasını sağladı.

AB tarafından 2013 Haziran ayında, “AB Uyum Politikasının üye ve aday ülkelerin ekonomik ve sosyal kalkınmasına etkisi, AB’ye ekonomik ve sosyal uyum sürecinin aday ülkelerin bölgesel gelişme politikalarının dönüşümüne etkisi, 2014-2020 dönemi AB Uyum Politikası öncelikleri ve aday ülkelere yansımaları” konularının tartışılacağı hükümetler arası bir konferans düzenleniyor.

Bu konferansın  “Türkiye’nin katılım sürecindeki görüşmelerinde bir mihenk taşı rolü oynaması beklenmekte.  Konferansın sağlayacağı canlanma ile 2014’te sürdürülebilir ve kapsayıcı politikaların önem kazanacağını bekleniyor.

3 yıldır ilk kez fasıllar konusunda ümit edilen olumlu adım (Fransa’nın blokajı kaldırması ile) 22.  Fasıldan beklenmektedir.  22. Fasıl; bölgesel politika, bölgeler arasındaki sosyo- ekonomik farklılıkların azaltılmasına yönelik çalışmaları ve yapısal fonların kullanılmasına ilişkin tüzüklerin düzenlenmesini kapsamaktadır.

Tablo bu kadar yolunda görünüyorken, neden biz şiddetle AB ülkesi olduğumuz duygusunu hissetmiyoruz. O halde yanlış giden ne.

Her ne kadar şimdilerde bir ikinci balayı havasında yeniden başlamış olsa da, ilişkideki felç durumu yedi yıl sürdü. Sağlam bir yenilenme ve reform motorunun da durmasına yol açtı.

Dünyanın en zengin ülkelerine ev sahipliği yapan Avrupa, Türkiye’nin de en önemli ticari ortaklarından biri. Son iki senede Avrupa pazarının daralmasına ve Türkiye’nin başta Afrika olmak üzere farklı pazarlara açılmasına rağmen, Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre Türkiye hâlâ dış ticaretinin yüzde 37,2’sini AB ülkeleriyle gerçekleştiriyor. Ancak refah seviyesinin yükselmesi, garip bir şekilde kültürel olarak bizi Avrupa’ya yaklaştırmıyor.  2005’te görüşmelerin başlamasından bu yana Türkiye’de AB üyeliğine kamuoyu desteği yüzde 70’lerden yüzde 33’e düştü. Bence Avrupa liderlerinin Türkiye karşıtı olduğu algısı ve hükümetin ahlaksızlıkları batıdan aldığımızı vurgulayan Avrupa karşıtı söylemleri, halkın zaten oldukça kırılgan olan eğilimlerini hızla değiştirdi.

AB’de Türkiye’nin temel sorumluluğu Kopenhag kriterlerinin tam olarak anlaşılması ve uygulanması kilidinden geçer. AB’nin sihirli anahtarı budur.

 Bu kriterlerden en değerli ikisi;  bütün AB uyum eliyle hayal ettiğimiz demokratikleştirme kültürünün ana belirleyicisidir.  Denetim ve şeffaflık.

Parlamento adına kamunun parasını denetlemek demokrasinin ilk kuralı…

Hükümet neden sosyal politikalar ve istihdam; rekabet ve ihale fasıllarını açmıyor. Çünkü kamu kaynaklarının uluslararası bir denetime girmesini kesinlikle istemiyor.

Eğer AB standardında denetleme mekanizmaları kurarsak hükümetin harcamaları denetlenecek. Ancak hükümet Kaynakların AB standardında kullanılmasını engelliyor.

Tarihimizde Tarhuncu Ahmed Paşa vakası diye çok önemli bir kayıt vardır.  17. Yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı tarihinde ilk kez bir sadrazam bütçe açığını çözmek amacıyla, hazinede gelir gider dengesini kontrol etmeye başlayınca, 9 yaşındaki sultanın ( 4. Mehmet) emriyle idam ediliyor. Çünkü sultanlar denetlenemez ve hesap vermez. Sultanın hazinesinde gelir gider dengesini kurmaya başlarsanız, kelleniz gider.

Tarhuncu Ahmed Paşa’dan tam 350 yıl sonra bizde aynı hikâye sürüyor. Önümüzde Sayıştay yasa tasarısı bekliyor.

Sayıştay’ın Meclis’e göndereceği bilgi ve raporlar genel nitelikli 4 rapor ile sınırlandırılarak Meclis’in bütçe hakkı engellenmekte, hesap verme sorumluluğu ve mali saydamlık ortadan kaldırılmaktadır. Ayrıca Sayıştay üyelerinin meslek uzmanları arasından değil, tamamen iktidarın belirledikleri arasından atanma yetkisi veriliyor ki; hükümetin harcamalarını hükümete bağlı olanların denetlemesi diye oldukça komik bir mekanizma kuruluyor.

Parlamento adına Halkın parasını denetlemek demokrasinin ilk kuralı… Demek ki Kopenhag’ı anlamak için değil, 11 yıl uyum yasalarını kendimize uydurmak için beklemişiz. Eğer AB uyumu geçireceksek padişahında harcamaları denetlenecek.

Denetimle ilgili bir diğer hükümet görüşünü size kendi ifadeleri ile anlatmak isterim;

Başbakan yardımcımız Sn. Bekir Bozdağ, Anayasa Komisyonunun AKP’li üyesi Sn. Burhan Kuzu’ya atfederek; bizde fiili başkanlık sistemi olduğunu belirtmişti. Ki ben de tamamen katılıyorum. “Uygulamamız ABD başkanlık sisteminden daha güçlü bir sistem… Obama’nın zavallı bir durumu var. Parlamentoda hiçbir etkisi yok” demişti.

Bizim başbakan yardımcımız;  ABD’de Başkanın; Senato, Temsilciler Meclisi ve Anayasa Mahkemesi denetimi altında olmasını zavallılık olarak tanımlıyor. Yani demokrasinin güçler dengesini küçümsüyor…

Hükümet’in en güçlü üyeleri, dünyanın en güçlü siyasetçisinin, senato ve temsilciler meclisinin denetimi altında olmasını zavallılık olarak tanımladıklarında, AB uyumu için gösterilen bu pembe peri masalı demokrasi algımızın neresinde kalıyor?

Ya ABD Başkanının acıdıkları gücü hükümette olsaydı, halimiz nice olurdu. İnsan düşünmekten bile korkuyor. Demokrasinin özü denetimdir.

AKP toplumsal insan odaklı değişim projesi olan AB projesini uygulamaktan vazgeçti. Hükümetin eski iştahını yitirmiş olmasının nedeni denetlenme ve şeffaflık kaygısı.

AB komisyonu ile ilgili siyasi kavga pozisyonu alıyor. İhale faslını açmıyor, çünkü taraftarlarına para dağıtıyor. Taraftara para dağıtmak koltuğunu ölümsüzleştiriyor. Böylece bir döngü bu. Türkiye’ye çağ atlatacak rekabet faslını açmıyor.

Kaynakların AB standardında kullanılmasını engelliyor.

Türkiye’de her gün 3 işçi ölüyor, 5 işçi iş göremez hale geliyor. İhracat çağ dışı koşullarda ölen işçinin sırtından yürüyor. Çin’den sonra işçileri maden kazalarında ölen 2. Sıradaki ülkeyiz.

Maden Ocaklarında 300 bin liralık yatırım yapmamak için insan feda ediyoruz. Hükümet,  ölen işçinin ailesine düşük tazminat ödeyerek bu sorunu çözdüğünü düşünüyor.

Bütün bu gelişmelere rağmen; Avrupa’yla buzların çözülmesi daha iyi bir zamana denk gelemezdi. Barış süreci ile ilgili paralel bir iyileşme yaratılabilir. Ancak Türkiye’nin sonunda Avrupa Birliği’ne katılıp katılmaması, bu ülkenin canlı bir demokrasiye, dinamik bir ekonomiye ve takdir edilen bir bölgesel güce doğru dönüşüm sağlamasının yanında daha az önemli.

Bu kaygıların temelinde hükümetin demokratikleşme, doğa hakları ve ifade özgürlüğü gibi alanlardaki, umursamaz politikası, Türkiye’nin “stratejik yönelimi ve evrensel değerlere bağlılığı” açısından ciddi sorunlar yaratabilecek gibi görünüyor. Bu durumda içeriyi tamamen itaatkâr bir toplum haline getirmek son derece kolay ve eski bir gelenek..

Ancak dışarıda aynı algının ve ikinci balayının mutlulukla sürmesi zor görünüyor.