20 Kasım 2013 / Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın
Dünyanın seçkin doktorları karşısına eski ve kronik bir hasta olarak çıkmak oldukça cesaret gerektiriyor. Üstelik onların kimi zaman insana Tanrıdan daha yakın olduğuna inanıyorsam işim daha da zordur.
Hayatım boyunca başkalarının hikâyesine dikkat çekmeye çalıştığım için, kendi hikâyemin merkez olmasın çok alışık değilim.
Ben şöhretli bir hastayım. Neden şöhretli olduğumu soran insanlara cevabım çok kısaydı. ‘Ben sadece kaza geçirdiği için ünlü biriyim.’ Şu anda bile kulağınıza hayli anlamsız gelmiyor mu? Her hikâyenin birden çok gerçeği vardır. Kazazedenin arka gerçeğini kuşkusuz ancak doktorlar bilebilir.
1996 yılının Mayıs ayında, 19 yaşındaydım. Sabahın erken saatinde kanser hastası arkadaşım Miralowskiyi, Cenevre’ye kemoterapiye göndermek üzere Zürih merkez istasyonundaydım. Mira’yı bindirmeye çalışırken trenin kapıları açık hareket ettiğini fark ettim. Birimizin düşeceği kesindi. Onu içeri ittiğimi hatırlıyorum. Benim ise düştüğümü.. Filmlerde de insan trenin altına düşer. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp hayatına devam eder. Benim ki öyle olmadı. Hayatım tamamen değişti.
Üstümden büyük bir gürültü ve ana vagonlara bağlı sekiz posta katarı hızla geçti. Başımı kurtarmıştım. Sol kolum az ötemde, benden tamamen ayrılmış, sol bacağım ise parçalanmıştı.
Aslında sol yanımla çocukluğumdan bu yana bir çatışmamız vardır. Saklamaya çalışsam bile fark etmiş olduğunuz sol kulağım isyankâr bir şekilde kepçedir. Annem bebekliğimde aylarca bant yapıştırmış, ancak kulaklarımı eşitleyememiş. Çocukluğum boyunca sol kulağıma takıldıklarını hatırlıyorum. Dolayısı ile kazanın sol yanımı tahrip etmesi pek sürpriz olmadı. Felaketler ‘kirli çıkıya’ benzeyen bilinçaltımızı tam kapasite şeffaflaştırıyordu.
Kaza sırasında bilincim yerindeydi. Yerde yatarken, bana eğilmiş dünyanın en yakışıklı doktoruna kolumu kurtarıp kurtaramayacağını sormuştum. “Çok geç” demişti. “O zaman lütfen kalanları kurtarın.’
Doktoruma, bu cümlenin hayata devam etme isteğimin ilk işareti olarak sihirli geldiğini daha sonra öğrenecektim. Başkaları için iç parçalayıcı bu özetin siz doktorlar için mesleki bir gerçeklik olduğunu bildiğim için oldukça özgür konuşuyorum.
Bilime yol gösterecek bir ayrıntı olarak içgüdülerin başımıza geleceklerle ilgili neler işaret edebileceğini sorgularım; Kazadan birkaç gün deprem sezen hayvanlar gibi huzursuzdum. Günlüğüme hayatımın sonsuza kadar değişeceğini hissettiğimi yazmıştım. “Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ,” notunu. Hala, ara sıra günlüğüme bakıp, o kelimelerin, son derece neşeli ve maceracı bir genç kızın kaleminden nasıl döküldüğünü düşünürüm. Atlar ve yunuslar gibi felaketleri sezme yeteneğimiz oldukça güçlü ama biz kodları mı okuyamıyoruz?
Aynı şekilde kaza sırasında İstanbul’da olan annem saat tam 10’da (ki saat farkıyla Zürih’teki kaza 9’da olmuştu.) burnunun keskin bir şekilde sızladığından söz etmişti daha sonra.
Felaketten sonra Tanrının işaretlerini arayarak huzur bulmak isteyen ailem için, Mira adının kader anlamına gelmesi mistik bir sığınak olmuştu.
Sonrası tahmin edebileceğiniz üzere uzun bir hastane serüveni ile geçti. Sıra dışı bir hasta olarak ilgi çekmiştim. Sanırım bu ilgiye kazadan sonra ailemle ilk karşılaşmam yol açmıştı.
Annemle bedenlerimiz arasında hatırı sayılır bir fark olduğu için, şükür elbiselerimi giyemiyordu. Ama numaralarımız aynı olduğu için ayakkabılarımı ondan kurtarmak mümkün olmuyordu.
Kazadan 24 saat sonra Zürih’e gelebilmiş, yoğun bakım odasına girmek için doktorlarıma ısrar etmişti. Hastasını oldukça cesur bulan psikiyatrım, ailenin göstereceği duygusal bir zayıflığın hastasının direncini çökertmesinden korkuyordu. Kuşkusuz bizimkileri tanımıyordu.
Ancak sizin onlarla ilgili fikriniz olsun diye küçük bir anımı anlatarak başlayayım.
2007 yılında UNCHR’da çalışırken Bağdat görevleri dağıtılıyordu. Benim adım yoktu. Koşarak patronuma gittim. Irak görevine talip olduğumu söyledim. Bana zaten protezlerin yeterince ağırlık yapıyor. Bir de üstüne 30 kilo çelik yelek kask geçirip nasıl çalışacaksın dedi. Ben hallederim dedim. Çünkü Bağdat’ta çalışmazsam annem zaten beni öldürecek.” Hayret ve merhametle bana baktı. “Dünyada çocuğunun savaş bölgesinde çalışmasını isteyen bir anne ile ilk kez karşılaşıyorum. Bence sen onları hemen terk et.”
İşte bu ailemle kazadan sonraki ilk karşılaşmamdan söz ediyorum
Bulanık ta olsa, dev mavi bandajların arasından doktorlarımla birlikte içeri girdiklerini hatırlıyorum. Annemin ayağında en sevdiğim kırmızı ayakkabılarım vardı. Hiç sormadım ama bugün bile onu son derece dikkatle seçtiğini düşünüyorum..
İlk cümlesi beni değil ama tercümeyi dinleyen doktorları hayretlere düşürmüştü:
“Bu kadar operasyon geçirdin, kulağını da ücretsiz estetik yaptırsaydın arada.“
Ona gülümsediğimi hatırlıyorum. 8 yaşındaki kardeşim “İyi ki kaza geçirdin,” demişti. ” Öğretmen artık bana çok iyi davranıyor.”
Sanırım beyaz yalandan daha müthiş bir ağrı kesici keşfedilmedi yeryüzünde. Dibe vurmakla su yüzüne çıkmak arasında bir yerdeydim. Onların kazadan fayda sağlayan fırsatçılıkları, olası bir çaresizlik duygumu silip süpürdü.
Hastane günlerim ardı kesilmeyen operasyonlar ve komik anılarla doluydu. Sanırım benim taburcu olmama en çok Dr Kayser sevinmiştir. Sabırla çok uzun bir dönem ilgilendi. Bir keresinde bacağıma koymak üzere başımdan doku alması gerekiyordu. Ve bunun için saçlarımı kazıtmam gerekiyordu. Önce o kendi saclarını kazıtmadan bunu yapmadım. Hiç tereddüt etmeden saçlarını kazıttı. Onu sonsuz bir minnettarlıkla anarken, karşısına bir daha benim gibi kötü bir hasta çıkmamış olmasını umuyorum.
Felaketin tozu dumanı geçtiğinde insanın kendisini yanlış bir yerde bulması çok mümkün. O yanlış yere düşmekten nasıl korunacağımı doktorlarımdan öğrendim. Beni kimi hastalara model olarak götürererek özgüvenimi ödüllendirdiler. Hayatı yeniden tanımlamak, başardığım bir şeyin bir başkasını etkilemesi fikri çok değerliydi.
Çok işim vardı. Baştan başlayacak ve akranlarıma yetişecektim. Kısa süreli ve ani patlamalar değil, sabır ve metanet gerektiren uzun bir yola koyulmak zorundaydım.
Başlangıç yapamayacaklarımı tespit etmekle geçti. Mesela bir daha asla zıplayamayacaktım. Bir aile geleneği olarak iki elim olmadan konuşmak çok güçtü. Heyecanlı Akdenizliler gibi, sözlerimi ellerimle yaptığım güçlü hareketlerle desteklemek artık imkânsızdı.
Ama hala kendimle dalga geçebilecek kadar cesaretim vardı. Mizah aklınızdan başka bir sermaye gerektirmeden tedavi edebiliyor. Bu nedenle bendeki yeri çok değerlidir. İsviçre hastanesinde hediye gelmiş bir oyuncak ineğin bizi günlerce eğlendirdiğini hatırlıyorum mesela. Karnından bastırınca ses çıkaran bir inek, iğne vurmaya gelen hemşirelere karşı günlerce alarm vazifesi görmüştü.
Aylar sonra Münster’de protez merkezindeydim. O günlerde anneme Newyork’ta Cesaret ödülü veriliyordu. Rehabilitasyon bölümünde bacağımın iskeleti yeni kurulmuştu, hastaneden çıkmama izin yoktu. Bir gece hastaneden kaçıp uçağa atladım. Alman doktorlar beni ararken, ben New York’a uçtum. Gecede Christiane Amanpour, Peter Arnett, Peter Jenings ve Clinton Ailesi gibi önemli konuklar vardı… Kolum daha yapılmamış sargılı, bacağım iskelet halinde beni gördüklerinde çok şaşırdılar. Annem, mafya-devlet ilişkisi gibi konularla ilgilendiği ve ölüm tehditi aldığı için benim bombalı saldırıya uğradığımı sandılar. Mahcup bir edayla basit bir tren kazası geçirdiğimi söylemek ikna edici olmadı. Çünkü hasarlı bir şekilde karşılarında duruyordum.
On beş yıl sonra yolu daha yarılamadığımı da itiraf etmeliyim. Bugünlerde bir Rus terapisyenle kaza sırasında yumruk biçiminde göğsümde kilitlenen sol kolumu açma ve özgürleştirme çalışması yapıyorum. Çok yol almamış olsak ta, en azından kazadan bu yana kilitli sol yumruğumu açabildik. Fantom sendromu ile savaşın kendi keşfettiğimiz bir yolu bu..
Tek mücadeleniz sadece bedensel enkazı toparlamak olmuyor kuşkusuz. Kazalar ya da felaketler bir yandan insanlar arasındaki engelleri kaldırıyor ama öbür yandan yenilerini koyuyor. Engellilere karşı konuşmadığımız, konuşsak bile daha çok uzun yüzyıllar kolay değişmeyecek önyargılar, her zaman en zorlayıcı sahaydı…
Çünkü diğer bütün engellilerin başına geldiği gibi; toplumun beni uygun bulduğu yerle, benim kendime uygun bulduğum yer sürekli çatışıyordu. Artık düşmanım beni arasına almak istemeyecek olan toplumdu. Tanımadığım bir insan kitlesinden merhamet adı altında güçsüzleştiren bir el uzanıyordu. Kesinlikle reddettim. Çünkü merhamet arka yüzünde daima tehdit gizler.
Öncesine benzemeyen bu yola çıkarken değiştiremeyeceğim şeyler için sükûnet; değiştirebileceğim şeyler için cesaret diledim. Kendi karmaşamla birlikte dünyanın karmaşasını da anlama arzusu içindeydim.
Majority, kendi huzuru için beni göz önünden uzaklaştırmak istiyordu. Onları tanımıyordum ama kendimi tanıyordum. Bu savaşı onları hiç tanımadan kazanmak zorundaydım. Ayrıca, beni görünmez olmaya sürükleyen küstah cesaretlerine meydan okuyarak daha da görünür oldum. Tuhaf şöhretim buradan gelmişti.
Kaza değerlerimi değiştirmemiş, sadece hayallerimi revize etmişti. Yine de itiraf etmeliyim ki, hayatımda önemli olanla, önemsiz olanları ayırt etmeyi bu çatışmayla öğrendim.
Kimileri başlarına geleni hayatlarına devam etmeme kararı olarak bahane kullanırlar. Bana en yakın duran, evden hiç çıkmamaktı ama çıktım. Mağarada gizlenmemeye kararlıydım. Işığa çıkıp umudun izini takip etmeliydim.
Fakat hastaneden sonraki ilk an kuşkusuz, anlatıldığı kadar kolay değildi. Adeta uzun süren bir mahpusluktan sonra hiç tanımadığım bir sokağa bırakılmışım gibi.
Her zaman böyledir. Kolay anlatılır, kolay yazılır, ama kolay yaşanmaz. Hastanede elim ilk kalem tuttuğu andan itibaren olan biten her şeyi yazmaya başlamıştım. O sırada yazdıklarımın daha sonra engelli insanlar için bir başlangıç olacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha sonra büyük bir memnuniyetle izledim ki, şeffaflığım ve görünürlüğüm, arka odalarda saklananlar kadar, onları saklayan aileler için de bir cesaret olmuştu. Toplumun hiç söz edilmeyen sessiz çoğunluğu çekingen adımlarla gün ışığına çıkıyorlardı. Geriye dönüp baktığımda hala gurur duyduğum en değerli mücadelem olduğuna inanıyorum.
İnsanların büyük çoğunluğunun hayatın türlü zorlukları ile yüzleştiğinde nasıl direnebildiklerini hakkında çok düşünmüş bir aileden geliyordum. Bu beni kendi zorluklarıyla baş etmeye çalışırken başka insanların zorluklarına da ilgi duymaya sürükledi.
En zor ama en değerli anılarımdan birini Afgan mülteci çocuklarla yaşadım. Elektriği olmayan bir yerleşim birimindeyiz. Bacağım elektrikle şarj oluyor, birden kasılıp kaldı. Çocuklar eski radyolardan parçalar bulup, rüzgârgülü yaptılar. Zihni sinir aletiyle güle oynaya bacağımı şarj ettik. Serüvenimi fazla süslemeye, azami seviyede Pollyannacılık yapmaya gerek yok. Elbette hiç kaza geçirmemiş olmayı dilerdim. Ama geriye dönüş mümkün değilse ileriye yol almayı başarmak zorundayız.
Neler yaptığımı hatırlamak için geriye dönüp baktığımda hayli hırpalansam da beni gülümseten pencereleri birer birer açtığımı görüyor ve huzur buluyorum.
Engelli birine sahip aileler için kurulmuş katı kast sistemi gün ışığına çıktı. 1996 yılında toplumun ileri gelenlerinin bedenleri kusursuz olmak zorundaydı. Benim direnişimle öğrendiler ki beden ya da zihin kusuru izolasyonla cezalandırılamaz. Ortalıkta olmama mani olmak üzere, yüksek seviyede kamu saldırısına uğradım. İleri gelen kalemler; “Oyun oynuyor, pozitifliği tamamen yalan” şeklinde makaleler yayınladılar. “İyimserlik oyun bile olsa sizce bunun ne sakıncası var,” sorusuna cevap alamadım. Ama ortalarda olmaya devam ettim.
1996 yılının Kasım ayında şehrin tarihine, restoranda yemek yeme cesareti bulan ilk engelli olarak yazıldım. Erişilebilirlik hakkında bir fikrim yoktu. Ama içgüdülerim restoranda yemek yemeye herkes kadar hakkım olduğunu söylüyordu. .
Kaşı beyaz Restoranı’ndaki ilk rampa, Bilgi Üniversitesindeki ilk asansör tıpkı daha sonra çalışacağım Cenevre’deki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları binasındaki rampalar ve asansörler gibi benden kalmadır. Mimar olmadan şehrin her köşesinde mimari izler bırakmak sanırım bana özgü oldu.
Ancak önümdeki tek engel kuşkusuz betona boğulmuş engebeli mimari değildi. Sadece dilenci kadınların sakatlığını meşru sayan sokaktaki insanlar için de, kamuda çalışanlar için de;. Dilenmeyen biri olarak sakatlığıma bakmadan dışarı çıkmam çizgiyi aşmak anlamına geliyordu. Yıllar sonra, aynı insanlar bu kez çok sokağa çıkmış olduğum için bana oy vererek meclise gönderdiler. Erişilebilirlik hakkını hala kazanamamış olsak da görünürlük hakkını kazanmıştık. Bir Ortadoğu toplumu için yüzlerce yıllık önyargıları kısmen de olsa yenmiş olmak mutlu bir başlangıçtı.
Gerçi arada hala bağnazların saldırısına uğruyorum ama onları yenmeyi öğrendim. Bana ‘Allah bir bacağını almış Hala küfürden uyanmazsın’ diye tweet atan AKP Malatya Gençlik Kolları yöneticisini bütün topluma teşhir ettim. Görevden almak zorunda kaldılar.
Yine de toplumun arka yüzünü göstermesi açısından, dürüst bir hoyratlığı sahte bir şefkate tercih ederim.
Engellilik oranları resmi raporla düşürülmüş engellilere tekerlekli sandalye vermeyen THY’na savaş açtım. Bana canlı yayında “Sizi çok seviyoruz, diyen genel müdüre, beni sevmeyin, haklarımızı verin.” Demiş olmam mücadele sloganına dönüştü. Beş yıllık bir mücadele sonunda artık THY tekerlekli sandalye hizmeti için doktor raporu istemiyor.
AB Uyum sürecine katılmış gibi yaparak, engelli hakları üstüne kanun çıkarmak ve sonra yönetmeliklerle kurnazca hakları geri almaya savaş açtım. Devasa hile paketi ile baş edememiş olsam da; azımsanmayacak kadarını deşifre ettim ve geri aldırdım.
Sağ bacağını kaybetmişlere vergisiz araç edinme hakkı veren yönetmelik benim gibi sol bacağını kaybetmiş olanları bu haktan mahrum ediyordu. Mizahi çağrılarla savaş açtım. Beş yıl sürdü. Sonunda ben, kazandığım hakkı hala kullanamadım ama sol bacağını kaybetmiş olanlar vergisiz araç alma hakkı kazandılar. Şimdilerde aynı mücadeleyi sol kolunu kaybetmiş olanlar için sürdürüyorum. Sonucu size mutlaka ileteceğim.
Bugünlerde engelli tanımı üstüne uygulanan korkunç bir yönetmelikle savaşıyorum. Kaşıkla verilen engelli haklarını kepçeyle geri almak için kullanılan doktor raporu hilesiyle… Engelli oranlarını en düşük düzeye indirerek onları engelsizlerin vahşi rekabeti karşısında savunmasız bırakmalarıyla.. Bu raporların yazılması için doktorları büyük baskı altında tutan hükümete bıkmadan usanmadan hatırlatıyorum.
Bizler kopan kuyruğu yerine gelen kertenkeleler değiliz. Olmak isterdik ama değiliz.
Öte yandan hepiniz izlediniz diye düşünüyorum. Vekil olarak bana pantolon giydirme kampanyasında hiç izin alınmadan bedenim binlerce kez konuşuldu. “Hepimiz nasıl giyiniyorsak, Şafak’ta öyle giyinecek, ne diye bu konuya takıldınız, diye soran Sn Milletvekili Ruhsar Demirel’e kimse cevap vermedi. Tartışmaya devam ettiler.
Yaşam zaten çok zor ama içe kapanarak sorunları büyütmek çıkmaz sokak. Başkalarının sorunlarına kapımızı kapattığımızda, kendi çözümlerimizi de bulamayacağımıza inanıyorum.
Eğer çaresizliği, engelleri, katı bir geleneği, herhangi bir şeyi aşmaktan bahsediyorsak… Başka birinin acısını ya da yarasını sararken, kendiniz için mutlaka bir şey buluyorsunuz. İnsanların mücadelesinin içinde var olduğunuzda, bir başkasının derdine deva olmayı seçtiğinizde kişisel sorunlar önemsizleşiyor.
Sanırım yeryüzünde bunu en iyi bilenler kuşkusuz doktorlardır.
Tolstoy bütün mutlu ailelerin aynı ama bütün mutsuz ailelerin farklı olduğunu söyler. Kuşkusuz haklı.. Mücadeleyi kazanmada; mutlular değil mutsuzlar arasındaki fark belirleyici oluyor.
Acı ilkinde öldürmezse daha da güçlü kılar demiş Nietzsche. Benimki de böyle bir serüven oldu.
Eğer bana eski hayatımdan özlediğim bir anı kalıp kalmadığını soracak olursanız, var diyeceğim. Ne kadar çok heyecanlanırsam heyecanlanayım kimseyi alkışlayamam. Zıplamayı ve alkışlamayı hala çok özlüyorum.
Beni dinlediğiniz ve sabrınız için sizlere çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla..
Şafak Pavey