Şafak Pavey’in 30 Temmuz 2013, Huffington Post’ta yayınlanan makalesi
 

Ben parçalanmış bir toplumdan geliyorum. Parçalanmışlığı Gezi gösterileri ile gözler önüne serilen bir toplumdan..

Oysa kültür olarak tek bir birlik olmaya oldukça değer veririz. Uluslararası markamız bile Avrupa ile Asya’nın köprüsü olmaktır. Kıtaları birleştirirken, kendi aramızdaki derin uçurumlar için henüz köprümüzü bulamadık. Aramızdaki tartışma, güç ve iktidar mücadelesine dayanmıyor. Siyasal özgürlük taleplerine dayanmıyor. Etnik mücadele değil, demokrasi mücadelesi değil. Güncel politik tartışmaların ötesine uzanıyor.

Aramızda var olan yüzyıllarca süren yenilenme ya da geleneğe kapanma uçurumunun derin anlaşmazlığıdır.

Bu eski bölünmede; insanlar birbirlerinin hangi taraftan olduğunu sadece sakaldan, bıyıktan, giyim kuşamdan anlamazlar. Çocuklarına koydukları isimler bile farklıdır.

Kuran’da iyi ve kötüyü birbirinden ayıran kanıt anlamına gelen Furkan ya da ilk Müslüman kadın şehit Sümeyye ya da Peygamberin kölesi Bilal gibi isimler İslamcılara aittir. Bir kadının adı Ayşe ya da erkeğin adı Ömer’se, Alevi olmadıklarını anlarız. Devrim, Irmak, Doğa, Şafak gibi isimler seküler aileler tarafından kullanılır.

Bir yanda mizahın pek olmadığı, sokakta kadınlarının kadınlarla, erkeklerin erkeklerle dolaştığı, heykelden danstan pek hoşlanmayan,  davranışlarını inançların emirlerine göre düzenleyen güçlü ve kalabalık bir kitle var.

Diğer yanda ise, mizahı günlük dil olarak kullanan, kızların flört edebildiği ,  kadın erkek birlikte içkili restorana gidebilen, heykel ve resim sergilerini izleyen bir kitle var.

Bu iki kitle birbirinden tümüyle kopuk..Ulusal matemlerde bile gri bir alan, artık yok. Her türlü katliamın insan yüreğinde aynı acıyı yaktığına ikna etmek pek mümkün olmuyor.

Gelenekçi güçlü kitleyi temsil eden hükümet, politikalarını kendisinin de içinden çıktığı seçmene göre düzenlemekte bir sakınca görmüyor. Heykelleri müstehcen bulup kaldırıyor. Yeterince dindar bulmadığı piyanistleri toplum hayatından yargısal kararlarla uzaklaştırıyor. Cinsel hayata olan aşırı ilgisi önceliklerinin başında geliyor.

Türk vatandaşlarının karanlık bir plan gereğince kısırlaştırıldığını düşünüyor ve bunun için Batı’yı suçluyor.

Gelenekçilere göre problemlerimiz ‘ihmal edildikleri için ahlaklarını kaybetmiş genç nesil’ yüzünden çıkıyor. Kamuya açık yerlerde öpüşmeleri, açık giyimleri, parklarda bira içmeleri sorun! “Çaresi, enkaz halindeki bu neslin yeniden elden geçirilmesi, restorasyona tabi tutulmasıdır. Dindar bir nesil yetiştirilmezse, bu gençlik isyankâr bir nesil olacak!”

Flörtü, birayı, mizahı sevenlerin itibarları ilk kez sarsılmış değildi. Aşağılanma sistemliydi. Aydınlık bir şehrin içinde görünmezliğe itiliyorlardı. Oysa şehir, ışığının kaynağını onların eğitiminden, coşkusundan, mizahından alıyordu.

Herkes o kadar sinmiş görünüyordu ki; küçümsenen neslin, parkın ağaçlarını korumak için bütün güçlerini ortaya koyacaklarını kimse hayal bile edememişti.

Gücün zirvesindeki hükümet;  28 Mayıs sabahı, güneş henüz doğarken, bir bucuk yıldır ağaçları korumaya çalışan doğa savunucularının çadırlarını yıktı. O sırada twitterin de yıkıldığını tahmin etmeleri imkânsızdı.

Ve ilk 3 ağaç söküldü..

Ağaçların bekçileri nesil ayaklanmıştı.. Zekâyla, mizahla, gaz maskeleriyle ve cesaretle direndiler..

İçinden geçtiğimiz yüzyıl bizi birçok meydanda yaşanmış kent ayaklanmalarıyla tanıştırdı. Sao Paolo, Tahrir, Wall Street… Londra’da ya da tsunamiden sonra Endenozya’da görüldüğü gibi, bazı ayaklanmalar insan doğasının yağma, suistimal ve tecavüz gibi karanlık yüzünü ortaya çıkarabiliyor.

Ayaklanmaların her zaman kolay ve hazır bir tanımı vardır; Kentlerin yoksul kesimlerinde, sosyal yabancılaşma, genç işsizliği, polis ve/veya ebeveynden nefrete dayanan kültür normları tetikleyicidir. Ayaklanmalara karışan gençlerin kendilerini bulundukları topluma ait hissetmemeleri belirleyici oluyor.

Benim de bir parçası olduğum Gezi’de böyle olmadı;

Ayaklanmamızda yoksul mahallelerin derinliklerinden gelen bir çığlıktan çok,  bize dikte ettirilen hayatı reddeden bir itiraz vardı.

Gezi gençleri; sosyal yabancılaşma duygusu ile incinmiş değillerdi.  Ebeveynleri ile ilişkileri annelerin yiyecek, babaların gaz maskesi taşımasıyla görüleceği üzere oldukça yakındı. Sürüldükleri uçurumun kıyısından var olabilme azmi doğmuştu.   Ağaçlar on yıldır uğradıkları aşağılanmayı reddetmenin sembolü oldu.

Sokak;  ırk, din, hayat tarzı gibi konulara bakmadan kendi gerçeğine sadıktır. Gezi bu sadakatin patlamasıydı. Sanırım, herkes, güven içinde olmak;  iyi eğitim almak, onurlu çalışmak;  özgürce öpüşebilmek ve eğlenerek yaşamak istiyor.

Otoriterliğe itaati, insan doğası sanan iktidar için Gezi protestosu gerçek bir şaşkınlık oldu. Şaşkınlık geçtikten sonra da şiddetle terbiye edilmesi gereken bir itaatsizlik…

Bizde, kültürel olarak, gençlerin büyüklerine karşı bir fikir ileri sürmesi saygısızlıktır. . Bu nedenle Gezi ağaçlarını hükümete karşı korumak, gelenekçiler tarafından otoriteye karşı terbiyesizlik olarak algılandı.

Hükümet her göstericiyi fişledi ve biber gazı ile terbiye etti. Uluslararası kurumlar tarafından sürekli okşanmaya alışmış hükümet, göstericilere karşı kullandığı ağır şiddetin, dünyada haber olması karşısında çıldırdı. BBC’den Avrupa Parlamentosu’na, bankacılık sistemine kadar herkesi, kendisini yıkmak isteyen uluslararası komplonun ortağı ilan etti.

Hükümetin paranoyası ve hoşgörüsüzlüğü,  tabanını her zamankinden daha sadık yaptı. İsyancıları ise daha da isyancı…

Bu saldırganlık olayların bütün şehirlere yayılmasıyla ters tepti.  Ne halk sokaktan vazgeçiyordu ne de hükümet şiddetten.

Hükümet ardında onlarca yaralı, işini kaybetmiş, bir daha kamuda asla yer bulmayacak şekilde fişlenmiş binlerce insan bırakarak Geziden zaferle çıktı.

Fakat zafer, aynı zamanda büyük yenilginin başlangıcı oldu.

Bize uygun görülen “Müslüman demokrasi” paradigması Gezi ile buharlaştı.  Dini demokrasi sunumuna itiraz eden parçası ile tanışıldıktan sonra, artık Türkiye, seküler hayatı içine sindiremeyen halklara hayali bir paket olarak sunulamayacak.

Çünkü gerçek engellerle yüzleşmeden, ümit ve beklentilerle uygulanan birçok muazzam fikir çoğu kez arzu edilen sonuçları vermiyor. Türkiye’yi mesela sekülerleri olmadan düşünebilir misiniz? Gözlerinizi kapatın ve bu parçanın Türkiye’den tamamen yok edildiğini hayal edin. Bu aynı zamanda dünyada bir parçanın yok olmasıdır. Çünkü hayatlarımız tahminlerimizin ötesinde birbirlerine bağlıdır.

Türkiye’yi kaybetmiş bir Avrupa kendi kıtasına hapsolur.  Modernitesi yenilmiş bir Türkiye bize hapishane olur. Çünkü artık düşmanımız diktatörler, demokrasi karşıtları değil. Düşmanımız önyargıları ayakta tutan gelenektir. O kadar düşmandır ki; cinsiyetler arası ayrımcılığı, kusurlu kusursuz bedenler arasındaki ayrımcılığı, eğitim alma hakkında ayrımcılığı, doğa haklarını korumakta ayrımcılığı teşvik eder.

Tam da bu nedenle yeni cesur dünyanın kahramanları; ağaçlara canını vermiş Ethem’dir.. Gezi’nin zehirli, gazı karşısında yıkılmayan Ceyda’sıdır, Dilan’dır. Facebook profilinde ‘vatanım: dünya, ırkım: insanlık, dinim: iyi olmak’ yazan, ve ağaçları koruduğu için dövülerek öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail’dir.

Onlar yeni kuşaklara daha iyi bir dünyanın var olduğundan söz edebilmek için direndiler. Onlar bize haksız güç karşısında direnmenin daha kalıcı bir güç yarattığını öğretti.

Yola çıkarken yolumuzun kapalı olduğuna inanmak cesaret kapılarımızı da kilitliyor. Onlar bize yönümüzü bulacağımız açık yolun daima var olduğunu gösteriyorlar.

Tarihin her döneminde zorlu gri alanlar kalmıştır ve muhtemelen hep kalacaktır. Cesaret bu kez eski çağlardaki gibi siyah ya da beyazdan değil gri alanlardan doğuyor.

Messene Antik Tiyatrosu TED konuşmasından